5. GÜN: NICE – CANNES – ST. TROPEZ – MARSILYA (269 KM)






Daha fazla yerler keşfetmek için, sabah her zamanki gibi yine erkenden kalktık. Bugünkü rotamız Cote D’azur’u tamamlayıp Marsilya’da feneri söndürmek.

Vira Bismillah deyip yola çıkıyoruz. İlk durak, Ville France’ın hemen yanındaki Nice. Ancak öyle şiddetli bir yağmur yağıyor ki, şehrin merkezine bile girmekte zorlanıyoruz. Tabelalar okunmuyor, yol bile görünmüyordu. Şehrin içlerine doğru zar zor ilerleyerek yol kenarındaki park yerlerinden birinde boş bir alan bulduk. Hemen 1 saatlik parkyeri biletimizi alıp ön cama yerleştirdikten sonra, şemsiyelerimizle Nice limanına yürüdük. Ama sudan çıkmış balık gibi her yerimizden sular akıyordu. Aceleyle birkaç fotoğraf alıp geri arabaya döndük.
Nice’i maalesef çok fazla tanıyamadık, yağmur bizi olumsuz etkiledi, ama gerek yolda yürürken, gerekse arabayla giderken edindiğimiz izlenime göre, Nice çok büyük bir şehir. Düzenli, ama çok kalabalık. Cote D’azur denince akla ilk gelen şehir. Aslında konaklamayı hep bu şehirde yapmayı düşünüyordum, ama otel rezervasyonu yaparken Ville France bölgesini görünce o küçük sevimli kasabada kalmaya karar verdim. Çok da iyi yapmışım, Nice’e kıyasla çok daha korunmuş, çok daha temiz kalmış.

Nice’ten ayrıldıktan sonra güneş açıyor ve biz pırıl pırıl bir havada yolumuzda gitmeye başlıyoruz. Bir sonraki durağımız Cannes. Cannes Film Festivali ile meşhur bu palmiyeli şehir, bize tasedüflerin en güzelini sunuyor. Gittiğimiz gün, Cannes Film Festivali’nin de 2. Günüymüş. O atmosferi yaşamış olmak, görevli basın mensuplarıyla yan yana çekim yapmak, kırmızı halıyı görmek.. Çok güzel bir nimetti bizim için.

Cannes, Nice’e göre daha toparlanmış, daha mütevazi, daha korunmuş güzel bir şehir. Parkları, sokakları, insanları hep bir tatil havasında. Çok huzurlu bir şehir. Biz Cannes’ı çok sevdik, Cote D’azur bölgesindeki en güzel şehrinin burası olduğuna karar verdik.

Bu güzel şehrin limanında, sokaklarında ve festival alanında vakit geçirdikten sonra bir sonraki durak için arabamıza geri dönüyoruz. Sıradaki noktamız: jet sosyetenin gözdesi – St. Tropez.

Otoyoldan sola ayrılıp bayağı bir gidince ulaşılan bu güzel kasaba, belki de yolunun uzunluğundan dolayı böyle bakir ve güzel kaldı. Genellikle teknelerin yanaştığı bu güzel liman şehri, temiz sokakları ve kaliteli insanlarıyla dikkatimizi çekti. Sakin bir yaşam hakim. Keşmekeş ve telaş yok.
Limanında biraz yürüdükten sonra, denize nazır bir cafe buluyor ve hemen en önde bulduğum boş masayı gözüme kestirip koşa koşa gidip oturuyorum J Yeşil zeytin eşliğinde servis edilen soğuk beyaz şaraplarımızı yudumlarken bu güzel manzaranın tadını çıkarıyor ve kendimizi bir an jetsosyeteler gibi geziyormuş gibi hayal ediyoruz J J
Ama bu zengin turist hayallerinden uyanmamız uzun sürmüyor, çünkü 5 dk. Sonra 1 saatlik park yeri süremiz dolacak ve 2. Saat dilimine geçersek yaklaşık iki katı bir ücret ödemek zorunda kalacaktık. E zaten vakit de öğleden sonrayı geçmişti, yavaş yavaş kalkıp yola çıkmalıydık. Bu sakin ve telaşsız kasabada telaşla yürüyen ilk insanlar olarak tarihe adımızı yazdık ve saat bitimine 2 dk. Kala biletimizi ödeyip bu güzel sahil kasabasından ayrıldık.

Dönüşte aynı yoldan değil, farklı bir yoldan otoyola çıkmak istedik. İyi ki de o ara yollara sapmışız. Cogolin tabelasından içeriye saptığımızda, çok güzel manzaralarla karşılaştık. Cogolin köyü zaten başlıbaşına masalsı bir köy. Evleri, bahçeleri insanın içini açıyor. Biraz ilerledikten sonra köy bitiyor ve bağlar, ormanlar başlıyor. Virajlı yollarda bu manzaraların içinden geçmek bizi çok büyülüyor. Özellikle Le Garde- Freinet diye bir köy buluyoruz ki, yol boyu hep bağ evleri var. Vadiler içinde dönümlerce üzüm bağlarının içindeki minik bağevleri, insanın hep yaşamak istediği o sevimli evlerin ta kendisi işte!
Hatta burada Onur’a öyle bir espri yapıyorum ki, adamı hayatından soğutuyorum!
Ben: - Bunlar ne aşkım?
Onur: - Bağevi
Ben: - Hayır Bauhaus! J
Onur: - Öğğğt!!



Bu masalsı yolun sonuna geliyoruz ve Marsilya’ya varmak üzere otoyola çıkıyoruz. Ve şunu anlıyoruz ki, esas güzellikler otoyolların dışındaki bu ara yollarda gizliymiş! Keşke insanın imkanı olsa da, hep o ara yollardan gitse, ama maalesef yol uzun, ve biz akşam olmadan Marsilya’ya ulaşmak için gaza basıyoruz.

Az gidiyoruz, uz gidiyoruz ve sonunda Marsilya’ya varıyoruz. Bugün kat ettiğimiz yol çok fazla değildi, ancak duraklayıp gezdiğimiz yerler çok olunca biraz yorulduğumuzu hissediyoruz. Marsilya çok büyük bir şehir. Benim kafamdaki Marsilya’yla uzaktan yakından ilgisi yok. Arabamızı parkedip telefonumuzdaki GPS yardımıyla otelimizi bulmaya çalışıyoruz. Booking.com’dan rezervasyonları yaptığımız için, otellerin haritalarını telefonun haritasıyla eşleştirebiliyorsunuz. Böylelikle telefondaki haritada bulunduğunuz konum ve otelin konumunu gösteriyor ve siz gideceğiniz yeri rahatlıkla buluyorsunuz.
Oteli bulmak üzere Marsilya sokaklarında yürüyoruz. Ben tam bir hayakırıklığı yaşıyorum. Bu şehir çok büyük ve deyim yerindeyse “kirli” bir şehir. Sokakları kir içinde, binaları simsiyah, havası boğucu! Almanya’nın Berlin’i sanki! Sokaklarda hep evsizler, tekin olmayan tipler.. Ürkerek yürüyoruz ve nihayet oteli buluyoruz. Tüm tatil boyunca tek beğenmediğimiz otel bu çıkıyor! Arka sokakların birinde, son derece kirli ve bakımsız bir otel! Otel demeye bin şahit ister! Ama Marsilya’nın merkezinde olması tek avantajı. Bu yöndeki değerlendirmemi Booking.com sitesinde sözkonusu otelin değerlendirme bölümünde belirttim zaten! Kesinlikle tavsiye etmiyorum!
“Otel”imize yerleştikten sonra, tüm günü şarap ve peynirle geçiştiren midemizin iyice acıktığını fark ediyoruz. Ama yemekten önce yapmamız gereken çok önemli bir işimiz var. Fotoğraf makinelerimizdeki hafıza kartları ve telefonlarımızın bellekleri tamamen dolmuş durumda. Bir internet kafe bulup, yanımızda getirdiğimiz hard-disc’e fotoğraflarımızı aktarıyoruz ve bellekleri temizlemiş halde yeni fotoğraflar çekmek üzere limana iniyoruz.
Bu şehri hiç sevmememize rağmen, Le Vieux-Port” yani şehrin eski limanın büyüleyici görüntüsü bizi bir nebze de olsa rahatlatıyor. Sıralı teknelerin, çarşaf gibi denizle buluşmasını izlemeye gerçekten değiyor.
Kendimize uygun bir restaurant arıyoruz ve liman civarında şirin bir pizzacı buluyoruz. Avrupa’nın en çok bu küçük restaurant olayına bayıldık. Her köşe başında cafe-pub tarzı küçük sevimli restaurantlar bulmak mümkün. Hem makul fiyata karnınızı doyuruyorsunuz, hem de sevimli atmosferinden büyük keyif alıyorsunuz.

Pizzalarımızı, beyaz şarapla mideye indirdikten sonra, “otel”imize dönüyor bugüne veda ediyoruz.

OTEL: Hotel Du petit Paris (50 Euro)
İğrenç bir oteldi, kirli ve eskiydi, kesinlikle tavsiye etmem.


Post-it:

COTE D’AZUR’DA YAPILACAKLAR:
·         Nice Limanı’nda gezin, İngiliz Yolu’nda yürüyüş yapın.
·         Cannes’in sahil boyunca uzanan palmiyeli yollarında yürüyün, manzaranın tadını çıkarın. Bizim gibi şanslıysanız, Cannes Film Festivali’ne denk gelin J

ST. TROPEZ’DE GEZİLECEK YERLER:
·         St. Tropez, genellikle zengin turistlerin mekanı. Tabiri caizse jet sosyetenin gözdesi. Liman, lüks yatlarla dolu. Ama zengin turist kadar orta halli turistler de bu güzel tatil beldesinin tadını çıkarıyor. Limanın karşısındaki kafelerde, yeşil zeytin eşliğinde birer kadeh soğuk şarap içmek, bu güzel beldenin tadını çıkarmanın en iyi yolu ;)
·         St. Tropez’den otoyola çıkmak için, Cogolin yolunu kullanın. Size öyle güzel bir manzara sunacaktır ki, asla pişman olmayacaksınız!

MARSİLYA’DA GEZİLECEK YERLER:
·         Marsilya, kocaman bir sahil kenti. Turistik değil. Çok göç almış kozmopolit bir şehir. Ben fazla sevmedim, ama “Le Vieux-Port” yani şehrin eski limanı görülmeye değer. Marsilya’da gezilebilecek en önemli yer, Monte Cristo Kontu’nun şatosunun bulunduğu “IF” adasını ziyaret etmek.
·         Çok sevdiğim Foça kentini kuran Phokai Medeniyeti, Marsilya kentini de kurmuş. Bu şehir Foça’nın kardeş şehri olduğuna göre, benden torpille +1 puan gidiyor J



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder