11.GÜN: ZÜRIH – LUGANO – COMO – MILANO (452 KM)



       
Ve gezimizin son günü de gelip çatıyor. Hem mutluluğu hem de hüznü bir arada yaşıyoruz. Akşam 21:00 gibi arabayı Milano Malpensa Havaalanı’na teslim edip sabah 06:45’teki İstanbul uçağımızı havaalanında bekleyeceğiz. Bugün İsviçre’yi gezerek akşama doğru Milano’ya varmayı hedefliyoruz.
Sabah sabah yola çıkıyoruz. Alsace Wine Route, yani Şarap Yolu boyunca, Colmar’a benzeyen bir çok sevimli kasaba daha var. Biz Alsace’ın başkentinde kaldığımız için diğer kasabalara gitme gereği duymadık. Ama eğer sadece bu bölgede uzun soluklu bir tatil yapmayı planlarsanız, Mullhouse ve Eugisiem de Alsace’a özgü evlerin bulunduğu, görülmeye değer yerler.
Şarap Yolu boyunca ilerleyip üç ülkenin birleştiği noktaya, Basel civarına geldik. Kuzeyinde Almanya, batısında ise Fransa’ya komşu olan bu İsviçre şehri, kavşak kent olması nedeniyle çok kalabalık bir trafikle bizi karşılıyor. Bir de bölgenin en çok kullanılan havaalanının da bu şehirde olması, trafiği daha da çilekeş bir hale getiriyor. Basel şehrinden çıkana kadar en az 1 saatimizi yedik.

Basel’den sonra Almanya sınırına çok yaklaştığımızı fark ettim ve Almanya topraklarına da ayak basma inadıyla Onur’u Almanya sınırından geçirttim. Basel’den sonraki hedefimiz güneye doğru inip  Zürih’e varmaktı ancak biz Almanya’da kuzeye doğru tam ters istikamete gidiyorduk ve işin kötü tarafı otobandan ayrılan herhangi bir yol yoktu J Bir de en yakın köyün 30 km ilerde olduğunu belirten tabelayı gördükten sonra, biraz keyfimiz kaçtı. Ben hemencecik şurdan geçip geri dönerdik diye düşünmüştüm halbuki. Allah’tan 5-10 km sonra ayrılan bir yol bulduk da tekrar geri dönüp otobana girebildik. Almanya’nın güneyindeki yemyeşil doğa ve temiz havayı çok beğenmiştim ama.

Basel’deki trafikte ve Almanya’daki otoban olayında yeterince vakit kaybetmiştik o yüzden gaza basıyor ve Zürih’e varıyoruz.

Zürih.. Çok kaliteli, çok şık, çok huzurlu bir şehir.. Strasbourg’u da çok beğenmiştim ama Zürih biraz daha modern, biraz daha güzel sanki. Hayat sessizce ilerliyor burada. Soğuk havaya rağmen insanların yüzündeki huzur her şeyi anlatıyor. Refah seviyesi çok yüksek bir şehir. Arabamızı parkediyoruz ancak iş paraya gelince öylece kalıyoruz. Çünkü İsviçre AB üyesi değil ve doğal olarak Euro kullanılmıyor.
Hem bişeyler yemek, hem de para çevirmek için bir kafeye giriyoruz. Meğer kafenin sahibi bir Türkmüş. Bize yardımcı oluyor sağolsun. Yurtdışında yaşayan Türkler gerçekten görgü ve kültür olarak kendilerini çok iyi geliştiriyorlar. Bu kafenin sahibi beyfendiyle Türkiye ve Kıbrıs konularında konuştuğumuzda, gerçekten çok mantıklı ve barışcıl düşünceleri olduğunu görüp takdir ettik.
Şehri gezmenin en iyi yolunun tramvay olduğunu söyledi bize, ama biz yürümeyi tercih ettik ve yürüye yürüye o güzel göl ve nehir kenarına vardık.
İnanılmaz güzel bir manzara.. İnsan soğuk şehirlerde yaşayabilir mi? Evet, böyle güzel ve huzurluysa yaşayabilirmiş demek ki.

Saat kulelerini, göllerini ve köprülerini gezip fotoğrafladıktan sonra, İsviçre’nin en önemli sembollerinden biri olan İsviçre çakısı almak üzere orijinal ürün satan bir mağazaya giriyoruz. Kendimize ve sevdiklerimize hediyelerimizi aldıktan sonra güzel bir bar bulup birer de bira içiyoruz ve bu huzur kentine veda ediyoruz.

Yolumuz uzun, saat öğlene geliyor ve biz daha Lugano ve Como göllerini de gezip Milano’ya varmalıyız.
Lugano yolunda o meşhur “18 km’lik tünel”den de geçiyoruz.

Zürih – Lugano yolu, Alplerin muhteşem karlı manzaraları konusunda bize çok cömert davranıyor. Her virajda yeni bir göl, yeni bir Alp manzarası bizi karşılıyor. Andorra – Toulouse yolundan sonra en çok beğendiğim gezi yolu bu yol oluyor.
Dağların arasından geçerken benzinimizin azaldığını fark ediyoruz. Lugano Gölü’ne kadar idare edebilir ama biz riske girmemek için dağ köylerinden birindeki bir benzinciye giriyoruz. Kıbrıs’taki benzincilerde benzini depoya hep görevliler koyuyor. Ama Avrupa’daki hiçbir benzincide benzini koyan görevli olmuyor. Tatil boyunca benzini hep kendimiz koyduk, ama ödemeyi de içerideki görevliye yaptık. Buradaki benzincide de benzin koyan görevli yok, ancak ödeme yapacağımız biri de yok. Otomatik sistem var, parayı atıyorsun, benzini alıyorsun. Biz de 20 Euroluk banknotu makineye attık, ama o da ne! Parayı aldığı halde benzini vermiyor! Hah! Kaldık mı öyle dağın başında! Ben panik manyağı biri olarak “ne yapacayız, ne edeceyiz, kaldık burada, geç kaldık, benzin de bitti” diye Onur’un kafasını ütülerken, o da görevli birilerini bulmak üzere sağı solu kolaçan ediyor. Ben stresli olduğum halde, bu güzel dağ manzaralarının keyfini çıkarıp fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyorum ama J
Yarım saatin sonunda Onur’u yanında bir görevliyle gelirken gördüm ve derin bir “Oh” çektim. Adam meğer aşağılarda tren istasyonunda ahbaplarıyla sohbetteymiş. Sorunu anlattık. Sağolsun halimizi anladı, anahtarıyla makineyi açıp parayı aldı, baştan attı ve benzinimizi koydu.
Benzinimizi de aldıktan sonra Lugano’ya doğru dağ köyleri arasında ilerlemeye devam ediyoruz.

 Ve adını hep duyduğum, hayalimde hep küçücük, kampçıların uğrak yeri sandığım Lugano Gölü’ne varıyoruz.

Meğer kampçılar halt etmiş, burada üniversite bile barındıran koskocaman bir şehir varmış. Göl kenarında kocaman ve yemyeşil parkların içinden geçiyoruz. Çoğunluğu gençlerden oluşan bir çok insan, çimlere uzanıp göle karşı kitap okuyor, sohbet ediyor. Alsace ve İsviçre şehirlerinde fark ettiğim en belirgin özellik burada da hakim: Sükunet!
İnsanlar hiç ses çıkarmıyorlar, bağırmıyorlar, çağırmıyorlar.. Sanki parmaklarının ucunda yürüyorlar. Kuş seslerinden başka ses duymanız mümkün değil.. O kadar yorucu yolculuğun ardından bu sakin şehirler ruhumuzu ve bedenimizi çok rahatlatıyor. Göl çevresi boyunca hep yürüyüş yerleri var, insanlar çocuklarını ve evcil hayvanlarını alıp bu güzel manzara eşliğinde spor yapıyorlar. Biz de uzun bir yürüyüşün ardından bir restaurantta bu güzel göle karşı yemek yiyoruz.


Yemeğimizin ardından bu güzel göle de veda ediyoruz ve biraz daha ilerledikten sonra İtalya sınırına varıyoruz. Vay be, ne büyük bir tur atmışız diyorum! Milano Malpensa Havaalanı öncesi son görmemiz gereken yol olan Como Gölü’nü de ziyaret ediyoruz. Çok az zamanımız kaldığı için ve göl merkezine giden yol trafiğinin kitlenmiş olmasından dolayı göl manzarasında birkaç fotoğraf alıp Havaalanına doğru direksiyonu kırıyoruz.
Akşama doğru havaalanına kiralık aracımızı sorunsuz bir şekilde teslim ediyoruz ve bu tatilimizi kazasız belasız atlattığımız için kendimizi bir yemekle ödüllendimemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Ancak havaalanına girdiğimizde restaurantların kapatmaya başladığını görüyoruz. Herhalde ikinci kattakiler açıktır deyip yukarıya çıkıyoruz ama yukarıda da in cin top oynuyor.
Milano’daki Malpensa Havaalanı maalesef bizi hayalkırıklığına uğratıyordu. Gece saat 22:00’den sabah saat 08:00’e kadar havaalanındaki bütün restaurantlar ve dükkanlar kapalıymış meğer! Bir tek küçük bir market sabaha kadar açık. Ziyafete niyet, poğaçaya kısmet diyor ve poğaça eşliğinde biralarımızla sabah uçağını beklemeye koyuluyoruz.

Sandalyeler üzerinde ara ara uyuyarak sabahı zar zor ediyoruz ve 06:45 uçağıyla İstanbul’a uçuyoruz! Güle güle İtalya, güle güle Avrupa, güle güle tatil!
Bir sonraki tatilde görüşmek üzere, şimdi dünyanın en güzel kokusunu çekmek üzere Kıbrıs’a, evimize uçuyoruz J J



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder