Daha fazla yerler keşfetmek için, sabah her zamanki gibi
yine erkenden kalktık. Bugünkü rotamız Cote D’azur’u tamamlayıp Marsilya’da
feneri söndürmek.
Vira Bismillah deyip yola çıkıyoruz. İlk durak, Ville France’ın
hemen yanındaki Nice. Ancak öyle şiddetli bir yağmur yağıyor ki, şehrin
merkezine bile girmekte zorlanıyoruz. Tabelalar okunmuyor, yol bile
görünmüyordu. Şehrin içlerine doğru zar zor ilerleyerek yol kenarındaki park
yerlerinden birinde boş bir alan bulduk. Hemen 1 saatlik parkyeri biletimizi
alıp ön cama yerleştirdikten sonra, şemsiyelerimizle Nice limanına yürüdük. Ama
sudan çıkmış balık gibi her yerimizden sular akıyordu. Aceleyle birkaç fotoğraf
alıp geri arabaya döndük.
Nice’i maalesef çok fazla tanıyamadık, yağmur bizi olumsuz
etkiledi, ama gerek yolda yürürken, gerekse arabayla giderken edindiğimiz
izlenime göre, Nice çok büyük bir şehir. Düzenli, ama çok kalabalık. Cote
D’azur denince akla ilk gelen şehir. Aslında konaklamayı hep bu şehirde yapmayı
düşünüyordum, ama otel rezervasyonu yaparken Ville France bölgesini görünce o
küçük sevimli kasabada kalmaya karar verdim. Çok da iyi yapmışım, Nice’e
kıyasla çok daha korunmuş, çok daha temiz kalmış.
Nice’ten ayrıldıktan sonra güneş açıyor ve biz pırıl pırıl
bir havada yolumuzda gitmeye başlıyoruz. Bir sonraki durağımız Cannes. Cannes
Film Festivali ile meşhur bu palmiyeli şehir, bize tasedüflerin en güzelini
sunuyor. Gittiğimiz gün, Cannes Film Festivali’nin de 2. Günüymüş. O atmosferi
yaşamış olmak, görevli basın mensuplarıyla yan yana çekim yapmak, kırmızı
halıyı görmek.. Çok güzel bir nimetti bizim için.
Cannes, Nice’e göre daha toparlanmış, daha mütevazi, daha
korunmuş güzel bir şehir. Parkları, sokakları, insanları hep bir tatil
havasında. Çok huzurlu bir şehir. Biz Cannes’ı çok sevdik, Cote D’azur
bölgesindeki en güzel şehrinin burası olduğuna karar verdik.
Bu güzel şehrin limanında, sokaklarında ve festival alanında
vakit geçirdikten sonra bir sonraki durak için arabamıza geri dönüyoruz.
Sıradaki noktamız: jet sosyetenin gözdesi – St. Tropez.
Otoyoldan sola ayrılıp bayağı bir gidince ulaşılan bu güzel
kasaba, belki de yolunun uzunluğundan dolayı böyle bakir ve güzel kaldı.
Genellikle teknelerin yanaştığı bu güzel liman şehri, temiz sokakları ve
kaliteli insanlarıyla dikkatimizi çekti. Sakin bir yaşam hakim. Keşmekeş ve
telaş yok.
Limanında biraz yürüdükten sonra, denize nazır bir cafe
buluyor ve hemen en önde bulduğum boş masayı gözüme kestirip koşa koşa gidip
oturuyorum J Yeşil
zeytin eşliğinde servis edilen soğuk beyaz şaraplarımızı yudumlarken bu güzel
manzaranın tadını çıkarıyor ve kendimizi bir an jetsosyeteler gibi geziyormuş
gibi hayal ediyoruz J
J
Ama bu zengin turist hayallerinden uyanmamız uzun sürmüyor,
çünkü 5 dk. Sonra 1 saatlik park yeri süremiz dolacak ve 2. Saat dilimine
geçersek yaklaşık iki katı bir ücret ödemek zorunda kalacaktık. E zaten vakit
de öğleden sonrayı geçmişti, yavaş yavaş kalkıp yola çıkmalıydık. Bu sakin ve
telaşsız kasabada telaşla yürüyen ilk insanlar olarak tarihe adımızı yazdık ve
saat bitimine 2 dk. Kala biletimizi ödeyip bu güzel sahil kasabasından
ayrıldık.
Dönüşte aynı yoldan değil, farklı bir yoldan otoyola çıkmak
istedik. İyi ki de o ara yollara sapmışız. Cogolin tabelasından içeriye
saptığımızda, çok güzel manzaralarla karşılaştık. Cogolin köyü zaten
başlıbaşına masalsı bir köy. Evleri, bahçeleri insanın içini açıyor. Biraz
ilerledikten sonra köy bitiyor ve bağlar, ormanlar başlıyor. Virajlı yollarda
bu manzaraların içinden geçmek bizi çok büyülüyor. Özellikle Le Garde- Freinet
diye bir köy buluyoruz ki, yol boyu hep bağ evleri var. Vadiler içinde
dönümlerce üzüm bağlarının içindeki minik bağevleri, insanın hep yaşamak
istediği o sevimli evlerin ta kendisi işte!
Hatta burada Onur’a öyle bir espri yapıyorum ki, adamı
hayatından soğutuyorum!
Ben: - Bunlar ne aşkım?
Onur: - Bağevi
Ben: - Hayır Bauhaus! J
Onur: - Öğğğt!!
Bu masalsı yolun sonuna geliyoruz ve Marsilya’ya varmak
üzere otoyola çıkıyoruz. Ve şunu anlıyoruz ki, esas güzellikler otoyolların
dışındaki bu ara yollarda gizliymiş! Keşke insanın imkanı olsa da, hep o ara
yollardan gitse, ama maalesef yol uzun, ve biz akşam olmadan Marsilya’ya
ulaşmak için gaza basıyoruz.
Az gidiyoruz, uz gidiyoruz ve sonunda Marsilya’ya varıyoruz.
Bugün kat ettiğimiz yol çok fazla değildi, ancak duraklayıp gezdiğimiz yerler
çok olunca biraz yorulduğumuzu hissediyoruz. Marsilya çok büyük bir şehir.
Benim kafamdaki Marsilya’yla uzaktan yakından ilgisi yok. Arabamızı parkedip
telefonumuzdaki GPS yardımıyla otelimizi bulmaya çalışıyoruz. Booking.com’dan
rezervasyonları yaptığımız için, otellerin haritalarını telefonun haritasıyla
eşleştirebiliyorsunuz. Böylelikle telefondaki haritada bulunduğunuz konum ve
otelin konumunu gösteriyor ve siz gideceğiniz yeri rahatlıkla buluyorsunuz.
Oteli bulmak üzere Marsilya sokaklarında yürüyoruz. Ben tam
bir hayakırıklığı yaşıyorum. Bu şehir çok büyük ve deyim yerindeyse “kirli” bir
şehir. Sokakları kir içinde, binaları simsiyah, havası boğucu! Almanya’nın
Berlin’i sanki! Sokaklarda hep evsizler, tekin olmayan tipler.. Ürkerek
yürüyoruz ve nihayet oteli buluyoruz. Tüm tatil boyunca tek beğenmediğimiz otel
bu çıkıyor! Arka sokakların birinde, son derece kirli ve bakımsız bir otel!
Otel demeye bin şahit ister! Ama Marsilya’nın merkezinde olması tek avantajı.
Bu yöndeki değerlendirmemi Booking.com sitesinde sözkonusu otelin değerlendirme
bölümünde belirttim zaten! Kesinlikle tavsiye etmiyorum!
“Otel”imize yerleştikten sonra, tüm günü şarap ve peynirle
geçiştiren midemizin iyice acıktığını fark ediyoruz. Ama yemekten önce yapmamız
gereken çok önemli bir işimiz var. Fotoğraf makinelerimizdeki hafıza kartları
ve telefonlarımızın bellekleri tamamen dolmuş durumda. Bir internet kafe bulup,
yanımızda getirdiğimiz hard-disc’e fotoğraflarımızı aktarıyoruz ve bellekleri
temizlemiş halde yeni fotoğraflar çekmek üzere limana iniyoruz.
Bu şehri hiç sevmememize rağmen, Le
Vieux-Port” yani şehrin eski limanın büyüleyici görüntüsü bizi bir nebze
de olsa rahatlatıyor. Sıralı teknelerin, çarşaf gibi denizle buluşmasını
izlemeye gerçekten değiyor.
Kendimize uygun bir restaurant arıyoruz ve liman civarında
şirin bir pizzacı buluyoruz. Avrupa’nın en çok bu küçük restaurant olayına
bayıldık. Her köşe başında cafe-pub tarzı küçük sevimli restaurantlar bulmak
mümkün. Hem makul fiyata karnınızı doyuruyorsunuz, hem de sevimli atmosferinden
büyük keyif alıyorsunuz.
Pizzalarımızı, beyaz şarapla mideye indirdikten sonra,
“otel”imize dönüyor bugüne veda ediyoruz.
OTEL: Hotel Du petit Paris (50 Euro)
İğrenç bir oteldi, kirli ve eskiydi,
kesinlikle tavsiye etmem.
Post-it:
COTE D’AZUR’DA YAPILACAKLAR:
·
Nice Limanı’nda gezin, İngiliz Yolu’nda yürüyüş
yapın.
·
Cannes’in sahil boyunca uzanan palmiyeli
yollarında yürüyün, manzaranın tadını çıkarın. Bizim gibi şanslıysanız, Cannes
Film Festivali’ne denk gelin J
ST. TROPEZ’DE GEZİLECEK YERLER:
·
St. Tropez, genellikle zengin turistlerin
mekanı. Tabiri caizse jet sosyetenin gözdesi. Liman, lüks yatlarla dolu. Ama
zengin turist kadar orta halli turistler de bu güzel tatil beldesinin tadını
çıkarıyor. Limanın karşısındaki kafelerde, yeşil zeytin eşliğinde birer kadeh
soğuk şarap içmek, bu güzel beldenin tadını çıkarmanın en iyi yolu ;)
·
St. Tropez’den otoyola çıkmak için, Cogolin
yolunu kullanın. Size öyle güzel bir manzara sunacaktır ki, asla pişman
olmayacaksınız!
MARSİLYA’DA GEZİLECEK YERLER:
·
Marsilya, kocaman bir sahil kenti. Turistik
değil. Çok göç almış kozmopolit bir şehir. Ben fazla sevmedim, ama “Le Vieux-Port” yani şehrin eski limanı görülmeye değer.
Marsilya’da gezilebilecek en önemli yer, Monte Cristo Kontu’nun şatosunun
bulunduğu “IF” adasını ziyaret etmek.
·
Çok sevdiğim Foça kentini kuran Phokai
Medeniyeti, Marsilya kentini de kurmuş. Bu şehir Foça’nın kardeş şehri olduğuna
göre, benden torpille +1 puan gidiyor J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder