Ve gezimizin son günü de gelip çatıyor. Hem mutluluğu hem de
hüznü bir arada yaşıyoruz. Akşam 21:00 gibi arabayı Milano Malpensa
Havaalanı’na teslim edip sabah 06:45’teki İstanbul uçağımızı havaalanında
bekleyeceğiz. Bugün İsviçre’yi gezerek akşama doğru Milano’ya varmayı
hedefliyoruz.
Sabah sabah yola çıkıyoruz. Alsace Wine Route, yani Şarap
Yolu boyunca, Colmar’a benzeyen bir çok sevimli kasaba daha var. Biz Alsace’ın
başkentinde kaldığımız için diğer kasabalara gitme gereği duymadık. Ama eğer
sadece bu bölgede uzun soluklu bir tatil yapmayı planlarsanız, Mullhouse ve
Eugisiem de Alsace’a özgü evlerin bulunduğu, görülmeye değer yerler.
Şarap Yolu boyunca ilerleyip üç ülkenin birleştiği noktaya,
Basel civarına geldik. Kuzeyinde Almanya, batısında ise Fransa’ya komşu olan bu
İsviçre şehri, kavşak kent olması nedeniyle çok kalabalık bir trafikle bizi
karşılıyor. Bir de bölgenin en çok kullanılan havaalanının da bu şehirde
olması, trafiği daha da çilekeş bir hale getiriyor. Basel şehrinden çıkana
kadar en az 1 saatimizi yedik.
Basel’den sonra Almanya sınırına çok yaklaştığımızı fark
ettim ve Almanya topraklarına da ayak basma inadıyla Onur’u Almanya sınırından
geçirttim. Basel’den sonraki hedefimiz güneye doğru inip Zürih’e varmaktı ancak biz Almanya’da kuzeye
doğru tam ters istikamete gidiyorduk ve işin kötü tarafı otobandan ayrılan
herhangi bir yol yoktu J
Bir de en yakın köyün 30 km ilerde olduğunu belirten tabelayı gördükten sonra,
biraz keyfimiz kaçtı. Ben hemencecik şurdan geçip geri dönerdik diye
düşünmüştüm halbuki. Allah’tan 5-10 km sonra ayrılan bir yol bulduk da tekrar
geri dönüp otobana girebildik. Almanya’nın güneyindeki yemyeşil doğa ve temiz
havayı çok beğenmiştim ama.
Basel’deki trafikte ve Almanya’daki otoban olayında
yeterince vakit kaybetmiştik o yüzden gaza basıyor ve Zürih’e varıyoruz.
Zürih.. Çok kaliteli, çok şık, çok huzurlu bir şehir..
Strasbourg’u da çok beğenmiştim ama Zürih biraz daha modern, biraz daha güzel
sanki. Hayat sessizce ilerliyor burada. Soğuk havaya rağmen insanların
yüzündeki huzur her şeyi anlatıyor. Refah seviyesi çok yüksek bir şehir.
Arabamızı parkediyoruz ancak iş paraya gelince öylece kalıyoruz. Çünkü İsviçre
AB üyesi değil ve doğal olarak Euro kullanılmıyor.
Hem bişeyler yemek, hem de para çevirmek için bir kafeye
giriyoruz. Meğer kafenin sahibi bir Türkmüş. Bize yardımcı oluyor sağolsun.
Yurtdışında yaşayan Türkler gerçekten görgü ve kültür olarak kendilerini çok
iyi geliştiriyorlar. Bu kafenin sahibi beyfendiyle Türkiye ve Kıbrıs
konularında konuştuğumuzda, gerçekten çok mantıklı ve barışcıl düşünceleri
olduğunu görüp takdir ettik.
Şehri gezmenin en iyi yolunun tramvay olduğunu söyledi bize,
ama biz yürümeyi tercih ettik ve yürüye yürüye o güzel göl ve nehir kenarına
vardık.
İnanılmaz güzel bir manzara.. İnsan soğuk şehirlerde
yaşayabilir mi? Evet, böyle güzel ve huzurluysa yaşayabilirmiş demek ki.
Saat kulelerini, göllerini ve köprülerini gezip
fotoğrafladıktan sonra, İsviçre’nin en önemli sembollerinden biri olan İsviçre
çakısı almak üzere orijinal ürün satan bir mağazaya giriyoruz. Kendimize ve
sevdiklerimize hediyelerimizi aldıktan sonra güzel bir bar bulup birer de bira
içiyoruz ve bu huzur kentine veda ediyoruz.
Yolumuz uzun, saat öğlene geliyor ve biz daha Lugano ve Como
göllerini de gezip Milano’ya varmalıyız.
Lugano yolunda o meşhur “18 km’lik tünel”den de geçiyoruz.
Zürih – Lugano yolu, Alplerin muhteşem karlı manzaraları
konusunda bize çok cömert davranıyor. Her virajda yeni bir göl, yeni bir Alp
manzarası bizi karşılıyor. Andorra – Toulouse yolundan sonra en çok beğendiğim
gezi yolu bu yol oluyor.
Dağların arasından geçerken benzinimizin azaldığını fark
ediyoruz. Lugano Gölü’ne kadar idare edebilir ama biz riske girmemek için dağ
köylerinden birindeki bir benzinciye giriyoruz. Kıbrıs’taki benzincilerde
benzini depoya hep görevliler koyuyor. Ama Avrupa’daki hiçbir benzincide
benzini koyan görevli olmuyor. Tatil boyunca benzini hep kendimiz koyduk, ama
ödemeyi de içerideki görevliye yaptık. Buradaki benzincide de benzin koyan
görevli yok, ancak ödeme yapacağımız biri de yok. Otomatik sistem var, parayı
atıyorsun, benzini alıyorsun. Biz de 20 Euroluk banknotu makineye attık, ama o da
ne! Parayı aldığı halde benzini vermiyor! Hah! Kaldık mı öyle dağın başında!
Ben panik manyağı biri olarak “ne yapacayız, ne edeceyiz, kaldık burada, geç
kaldık, benzin de bitti” diye Onur’un kafasını ütülerken, o da görevli
birilerini bulmak üzere sağı solu kolaçan ediyor. Ben stresli olduğum halde, bu
güzel dağ manzaralarının keyfini çıkarıp fotoğraflarını çekmeyi de ihmal
etmiyorum ama J
Yarım saatin sonunda Onur’u yanında bir görevliyle gelirken
gördüm ve derin bir “Oh” çektim. Adam meğer aşağılarda tren istasyonunda
ahbaplarıyla sohbetteymiş. Sorunu anlattık. Sağolsun halimizi anladı,
anahtarıyla makineyi açıp parayı aldı, baştan attı ve benzinimizi koydu.
Benzinimizi de aldıktan sonra Lugano’ya doğru dağ köyleri
arasında ilerlemeye devam ediyoruz.
Ve adını hep
duyduğum, hayalimde hep küçücük, kampçıların uğrak yeri sandığım Lugano Gölü’ne
varıyoruz.
Meğer kampçılar halt etmiş, burada üniversite bile
barındıran koskocaman bir şehir varmış. Göl kenarında kocaman ve yemyeşil
parkların içinden geçiyoruz. Çoğunluğu gençlerden oluşan bir çok insan, çimlere
uzanıp göle karşı kitap okuyor, sohbet ediyor. Alsace ve İsviçre şehirlerinde
fark ettiğim en belirgin özellik burada da hakim: Sükunet!
İnsanlar hiç ses çıkarmıyorlar, bağırmıyorlar,
çağırmıyorlar.. Sanki parmaklarının ucunda yürüyorlar. Kuş seslerinden başka
ses duymanız mümkün değil.. O kadar yorucu yolculuğun ardından bu sakin
şehirler ruhumuzu ve bedenimizi çok rahatlatıyor. Göl çevresi boyunca hep
yürüyüş yerleri var, insanlar çocuklarını ve evcil hayvanlarını alıp bu güzel
manzara eşliğinde spor yapıyorlar. Biz de uzun bir yürüyüşün ardından bir
restaurantta bu güzel göle karşı yemek yiyoruz.
Yemeğimizin ardından bu güzel göle de veda ediyoruz ve biraz
daha ilerledikten sonra İtalya sınırına varıyoruz. Vay be, ne büyük bir tur
atmışız diyorum! Milano Malpensa Havaalanı öncesi son görmemiz gereken yol olan
Como Gölü’nü de ziyaret ediyoruz. Çok az zamanımız kaldığı için ve göl
merkezine giden yol trafiğinin kitlenmiş olmasından dolayı göl manzarasında
birkaç fotoğraf alıp Havaalanına doğru direksiyonu kırıyoruz.
Akşama doğru havaalanına kiralık aracımızı sorunsuz bir
şekilde teslim ediyoruz ve bu tatilimizi kazasız belasız atlattığımız için
kendimizi bir yemekle ödüllendimemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Ancak havaalanına girdiğimizde restaurantların kapatmaya
başladığını görüyoruz. Herhalde ikinci kattakiler açıktır deyip yukarıya
çıkıyoruz ama yukarıda da in cin top oynuyor.
Milano’daki Malpensa Havaalanı maalesef bizi
hayalkırıklığına uğratıyordu. Gece saat 22:00’den sabah saat 08:00’e kadar
havaalanındaki bütün restaurantlar ve dükkanlar kapalıymış meğer! Bir tek küçük
bir market sabaha kadar açık. Ziyafete niyet, poğaçaya kısmet diyor ve poğaça
eşliğinde biralarımızla sabah uçağını beklemeye koyuluyoruz.
Sandalyeler üzerinde ara ara uyuyarak sabahı zar zor
ediyoruz ve 06:45 uçağıyla İstanbul’a uçuyoruz! Güle güle İtalya, güle güle
Avrupa, güle güle tatil!
Bir sonraki tatilde görüşmek üzere, şimdi dünyanın en güzel
kokusunu çekmek üzere Kıbrıs’a, evimize uçuyoruz J
J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder